Blokzinciri kavramı, on yılı aşkın bir süredir; akıllı sözleşmeler ve Non-Fungible Token (Misli olmayan token veya kısaca NFT) kavramları ise “Ethereum” olarak adlandırılan blokzinciri teknolojisinin çıkmasından beri gündemde. Dahası, Covid-19 pandemi süreci ile blokzinciri trendi tüm dünyada hızını arttırmayı sürdürüyor. Özellikle blokzincirinin sadece kripto paralar için kullanılmaktan vazgeçilmeye başlanması ile blokzincirinin gündelik hayatımızda ve olağan olarak yaptığımız her şeye dahil olması söz konusu. Örneğin, bir üçüncü kişiyle yaptığımız alım-satımlarda, kullandığımız arabalarda (özellikle akıllı araba “smart car” olarak adlandırılan arabalarda), doktor ile hasta ilişkilerinde, kendilerine ait sicili bulunan taşınır/taşınmaz eşyalarda (tapu sicilleri, motorlu araç sicilleri, gemi sicilleri gibi), yerel ve genel seçimlerde ve hatta hukuki uyuşmazlıkların çözümünde bile blokzincirinin kullanılma potansiyeli var.
Blokzincirinin günlük hayatta ve ticari ilişkilerde kullanılma potansiyelinin keşfedilmesi, hukuk alanında da bazı değişikliklere gidilmesine yol açmıştır. Örneğin, Anglo-Sakson Hukuku’nu benimseyen ülkeler, geleneksel eşya kavramından uzaklaşarak NFT gibi akıllı sözleşmeler ile oluşturulan dijital varlıkları birer “eşya” olarak nitelendirmeye başlamıştır.
Blokzinciri günlük yaşantımızın her alanına girince, blokzincirinden kaynaklanan hukuki uyuşmazlıklar da doğal olarak artıyor. Bu uyuşmazlıkların sebeplerinden birisi de blokzincirinin bir açıdan “avantaj”, başka bir açıdan ise dezavantaj olarak nitelendirilebilecek değiştirilemezlik yani kalıcılık özelliği (tamper-proof immutable). Yapılan işlemin geri alınamaması Lawrence Lessig tarafından ifade edilen “kod kanundur/code is law” prensibi ile de yakından ilgili.
Bu “değiştirilmezlik” ve “geriye alınamama” özellikleri nedeniyle ortaya çıkan ilgili hukuki uyuşmazlıkların da önüne geçilebilmesi için devletler de bu yeni teknolojiye ayak uydurabilen, daha yenilikçi ve direkt çözüm sunabilen mevzuatlar getiriyor veya mevcut mevzuatlarını buna göre şekillendiriyor. Geçtiğimiz eylül ayında yürürlüğe giren İngiliz Elektronik Ticaret Dokümanları Yasası [Electronic Trade Documents Act (ETDA)], İsviçre’deki DLT Yasası (DLT Act) ve ABD’deki UCC değişikliklerini örnek olarak verebiliriz. Ancak, bahsettiğimiz bu mevzuatların değişikliğe kapalı blokzinciri teknolojileri ekseninde ne kadar uygulanabileceği ise halen bir tartışma konusu.
Yukarıda değindiğimiz blokzincirininin yaygın kullanımını arttırmak, blokzincirinin “değiştirilmezlik” ve “geriye alınamama” özelliklerinden kaynaklanan uyuşmazlıkları azaltmak için yakın bir zamanda blokzinciri teknolojisinin yeni teknolojisi ve tokeni olarak adlandırılan bir Ethereum tokeni hayatımıza girdi: Semi-Fungible Token (SFT). SFT’ler Solana Blockchain olarak adlandırılan bir blokzincirinde ERC-1155 veya ERC 3525 Ethereum akıllı sözleşme standartları kullanılarak oluşturulan tokenlardır. SFT, günümüzde oyun dünyası, konser veya sinema biletleri gibi yerlerde kullanılıyor.
“Semi” yani kısmi ifadesinden de anlaşılabileceği gibi SFT’ler birer yarı-misli tokendir. Yani bu tokenleri farklı kılan, hem misli token özelliği hem de NFT özelliği göstermesidir. Bunun daha somutlaşması için şu örnek verilebilir: Oluşturulan ve sizin sahip olduğunuz token, hem Mona Lisa tablosunu temsil ederken hem de sizin elinizde bulunan 10.000 Ether’i de temsil eder. SFT’lerin diğer token türerinden farkını anlayabilmek için genellikle aşağıda yer alan şu görsel esas alınabilir:
SFT’ler daha yeni bir token türü ve blokzinciri teknolojisi olduğundan dolayı NFT’ler gibi daha detaylı bilinmiyor elbette. Fakat, SFT’lerin birtakım özellikleri; onları diğer token türlerine (özellikle NFT’ye) göre daha tercih edilebilir kılıyor. Bunların başında batch transferi imkanı geliyor. Bu transfer işlemi özelliği sayesinde diğer token türlerine göre daha hızlı işlemler yapılabilir hale geliyor ve zaman açısından da pratik önemi çok fazla. Yani diğer tokenlara kıyasla SFT’ler daha hızlı transfer edilebiliyor. Dahası bu transfer sayesinde misli token ve NFT transferi için de gerekli maliyeti de düşürüyor. İkinci özelliği ise kullanılan token standardı sayesinde daha güvenlikli olmaları. Böylece karşılaşılabilecek siber saldırıları engelleme özelliği daha ön plana çıkıyor.
SFT’lerin “kod kanundur” prensibine yeni bir soluk getirebilen diğer iki özelliği ise “değiştirilebilir/değişebilir olma” ve “geri alınabilir olma”dır. SFT’ler “yarı-mislilik” özelliklerinden dolayı değişebilme özelliğine sahiptirler. Örneğin (yukarıdaki görselde de görülebileceği gibi), hem misli olarak aynı nitelikte bir ikamesi bulunan hem de benzersiz bir yanı olan SFT biçimindeki konser biletini düşünelim. İlgili konser biletine karşılık gelecek aynı konser biletinin kalmaması halinde, bu token bir NFT niteliğindeki konser biletine dönüşebiliyor. Son ve daha önemlisi ise işlemlerin geri alınabilir olmasıdır ki “kod kanundur” prensibi de tam burada önemini yitiriyor. Çünkü, SFT’ler, diğer tokenlerin aksine token transferine konu olan bir işlemin hatalı yapılması halinde hatalı yapılan işlem geri alınabilmesine ve ödenen bedelin geri alınabilmesine imkân tanıyor (reversible transactions).
Değiştirilebilir ve geri alınabilir olma özellikleri sayesinde SFT’lerin hukuki işlemlere konu edilebilir. Özellikle, blokzinciri üzerinde düzenlenebilecek ticaret dokümanlarından konişmento, gibi belgelere, blokzincirinde düzenlenebilen sicillere aktarılabilirlikte NFT’lere göre daha tercih edilebilir oluyor.
Yukarıda da değindiğimiz gibi SFT’ler, NFT’lerden daha sonra hayatımıza girdiği için NFT’lere kıyasen SFT’ler hakkında daha az çalışma yapılmış ve daha az bilgi bulunmaktadır. Ancak, buna rağmen SFT tokeninin “kod kanundur” prensibine ilişkin duvarı yıkabileceği düşünülebilir. Bu da sonuç olarak SFT’nin, hem fungible token hem de NFT’ye kıyasla, ticaret dokümanlarında ve diğer hukuki işleme konu olabilecek belgelerde kullanımı açısından daha fazla potansiyele sahip olduğunun göstergesi sayılabilir.